Türkiye, son yıllarda giderek sertleşen bir siyasi iklimin içinde yol almaktadır. Memlekette, gündemin neredeyse her gün yeni bir tartışma başlığıyla şekillendiği bu ortamda, kamuoyunu yoran temel unsurların başında ayrıştırıcı ve ötekileştirici siyasi söylemler gelmektedir. Bu durum yalnızca bireyleri değil, tüm toplumsal yapıyı etkilemekte; ortak yaşam kültürünü aşındırmakta ve kolektif enerjinin sağlıklı gündemlere yönelmesini engellemektedir.
Hiç bitmeyen neredeyse kesintisiz bir seçim atmosferinde yaşıyoruz. Seçim takvimlerinin dışında da siyasi tartışmalar, gündemi belirleyen ana unsur hâline gelmiş durumda. Bu durum, toplumda kronik bir siyasi yorgunluk yaratmakta, bireylerin sosyal ilişkilerini, aile yapısını ve gündelik yaşamını doğrudan etkilemektedir.
Sürekli kutuplaştırıcı dilin egemen olması, siyasetin dilinin bu denli sert ve nobran olması, farklı görüşlere sahip bireyleri düşman gibi konumlandırmakta; toplumsal uyumu ve birlikte yaşama kültürünü zedelemektedir. Oysa siyaset, farklılıkları barış içinde bir arada yaşatmanın aracı olmalı; çatışma değil, uzlaşı üretmelidir. Ülkemizde sürekli seçim psikolojisinin yarattığı ciddi bir toplumsal yorgunluk söz konusudur. Yerel ve genel seçimlerin arasındaki zaman diliminde de bitmeyen erken seçim gündemleri, sert ve çirkin siyasi söylemlerin milletimizi ayrıştırmasını yaşamaktan ülkece fazlasıyla bezdik.
Ayrıştırıcı söylemler, sadece sosyal ilişkileri değil, demokratik katılımı da olumsuz etkilemektedir. Farklı düşünceler kolayca “ihanet”, “cehalet”, “vatan düşmanlığı” “yobazlık” veya “ahlaksızlık” gibi ağır ithamlarla damgalanmakta; böylece demokratik tartışma ortamı ortadan kalkmaktadır. Bu durum, ifade özgürlüğünün daralmasına ve kamusal aklın zayıflamasına yol açmaktadır. Milletimizin her an medyada ve dijital mecralarda siyasileri görmesi, siyasi gündemin altında ezilmesi ve sürekli politikanın kirli söylemlerine maruz kalması büyük bir zulümdür.
Medya organlarının önemli bir kısmının tarafsızlığını kaybetmesi, bu sorunu daha da derinleştirmekte; kamuoyunun doğru bilgiye ulaşmasını güçleştirmektedir. Bilgi kirliliği, manipülasyon ve kutuplaştırıcı haber dili, halkın güven duygusunu sarsmakta; sağlıklı karar verme süreçlerini zayıflatmaktadır. Medyanın büyük kısmının, İktidar yanlısı veya muhalefet yanlısı olarak ikiye ayrılmış olması tüm bu süreci daha da korkunç bir hale getirmiştir.
Bu toplumsal sorunun çözümü, yalnızca siyasetçilere değil, tüm toplumsal aktörlere sorumluluk yüklemektedir. Siyasal aktörlerin dili daha kapsayıcı ve uzlaştırıcı bir forma bürünmelidir. Eleştirinin yeri korunmalı, ancak bu eleştiriler hakaret değil çözüm odaklı olmalıdır. Her daim bir medeniyetin bugünkü varisleri olarak nezaket, hoşgörü ve ahlaki zeminde söylem ve eleştiriler ifade edilmelidir.
Medya kuruluşları, habercilik ilkelerine sadık kalarak tarafsız yayıncılığı yeniden inşa etmelidir. Farklı görüşlere eşit mesafede yaklaşan, eleştirel ama saygılı yayıncılık anlayışı teşvik edilmelidir. Öyle ki, medyanın büyük kısmının tarafsız kalamaması dolayısıyla milletimiz sosyal medyadan ve farklı kaynaklar aracılığı ile haber ve gündemi takip etmektedir. Medyaya olan güven yitirilmektedir.
Eğitim sistemi, yalnızca akademik başarıyı değil; hoşgörü, empati ve birlikte yaşama kültürünü de öncelemelidir. Farklılıklarla bir arada yaşamanın normalleşmesi, küçük yaşlardan itibaren sağlanmalıdır. Bilhassa, çocuklarımıza ahlaki bir duruşla kaybetmenin, başarmak için tüm yolları meşru görmekten ve kirli bir şekilde başarıya ulaşmaktan daha önemli olduğunu işlemeliyiz. Eğitim sistemimizi ahlaklı ve vicdanlı iyi insanlar yetiştirmek üzerine inşa etmeliyiz.
Dernekler, vakıflar ve gönüllü oluşumlar aracılığıyla toplumsal diyalog alanları çoğaltılmalı; ortak meselelerde iş birliğini geliştiren mekanizmalar teşvik edilmelidir. Sivil toplum kuruluşları siyasetin merdiven basamağı olarak kullanılmamalı, amacının dışında planlar uğruna hareket edilmemelidir.
Halkın politik tercihlerinde kutuplaştırıcı söylemlere değil, gerçek sorunlara ve çözüm önerilerine odaklanması desteklenmelidir. Bilinçli seçmen profili, sağlıklı bir demokrasinin temelidir. Tüm memleketi kucaklayıcı bir dil ve üslup benimsenmediği sürece hiçbir ideolojinin ve siyasi partinin uzun soluklu bir yolu mümkün değildir.
Türkiye’nin sahip olduğu toplumsal çeşitlilik, bir tehdit değil; doğru yönetildiğinde büyük bir zenginliktir. Bu çeşitliliği ayrışma değil, dayanışma temelinde ele alan bir siyaset anlayışı, yalnızca toplumsal huzuru değil, ekonomik ve demokratik gelişimi de beraberinde getirecektir.
Toplumu yoran mevcut siyasi iklimin sona ermesi ve yerine uzlaşma kültürünün hâkim olduğu bir atmosferin inşa edilmesi artık bir tercih değil, zorunluluktur. Aksi takdirde sürekli tekrar eden gerilim döngüsü, ülkenin potansiyelini boğmaya devam edecektir. Daha sakin, daha umutlu, daha bütünleşmiş bir Türkiye mümkündür. Yeter ki bu yönde ortak irade sergilenebilsin.
Merhum kıymetli devlet adamı ve Vali Recep Yazıcıoğlu’nun bu sözleri ile yazımı noktalıyorum: "Bir ülkede fakirlik varsa zenginleşen var demektir. Üç kağıt ekonomisi. Biri döviz, biri borsa ve biri de faiz. Üçü de kağıttır buna da üç kağıt ekonomisi denir. Biz üretimi bıraktık, kağıtlarla al ver yaptık. Dibe vurmadan sil baştan olmaz. Herkes yaptığı işin hakkını vererek yapacak."İfadeleri içinde bulunduğumuz hal-i pür-melalimizi açıkça göstermektedir.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Mustafa KÖKMEN
İşte Hal-i Pür-Melalimiz...
Türkiye, son yıllarda giderek sertleşen bir siyasi iklimin içinde yol almaktadır. Memlekette, gündemin neredeyse her gün yeni bir tartışma başlığıyla şekillendiği bu ortamda, kamuoyunu yoran temel unsurların başında ayrıştırıcı ve ötekileştirici siyasi söylemler gelmektedir. Bu durum yalnızca bireyleri değil, tüm toplumsal yapıyı etkilemekte; ortak yaşam kültürünü aşındırmakta ve kolektif enerjinin sağlıklı gündemlere yönelmesini engellemektedir.
Hiç bitmeyen neredeyse kesintisiz bir seçim atmosferinde yaşıyoruz. Seçim takvimlerinin dışında da siyasi tartışmalar, gündemi belirleyen ana unsur hâline gelmiş durumda. Bu durum, toplumda kronik bir siyasi yorgunluk yaratmakta, bireylerin sosyal ilişkilerini, aile yapısını ve gündelik yaşamını doğrudan etkilemektedir.
Sürekli kutuplaştırıcı dilin egemen olması, siyasetin dilinin bu denli sert ve nobran olması, farklı görüşlere sahip bireyleri düşman gibi konumlandırmakta; toplumsal uyumu ve birlikte yaşama kültürünü zedelemektedir. Oysa siyaset, farklılıkları barış içinde bir arada yaşatmanın aracı olmalı; çatışma değil, uzlaşı üretmelidir. Ülkemizde sürekli seçim psikolojisinin yarattığı ciddi bir toplumsal yorgunluk söz konusudur. Yerel ve genel seçimlerin arasındaki zaman diliminde de bitmeyen erken seçim gündemleri, sert ve çirkin siyasi söylemlerin milletimizi ayrıştırmasını yaşamaktan ülkece fazlasıyla bezdik.
Ayrıştırıcı söylemler, sadece sosyal ilişkileri değil, demokratik katılımı da olumsuz etkilemektedir. Farklı düşünceler kolayca “ihanet”, “cehalet”, “vatan düşmanlığı” “yobazlık” veya “ahlaksızlık” gibi ağır ithamlarla damgalanmakta; böylece demokratik tartışma ortamı ortadan kalkmaktadır. Bu durum, ifade özgürlüğünün daralmasına ve kamusal aklın zayıflamasına yol açmaktadır. Milletimizin her an medyada ve dijital mecralarda siyasileri görmesi, siyasi gündemin altında ezilmesi ve sürekli politikanın kirli söylemlerine maruz kalması büyük bir zulümdür.
Medya organlarının önemli bir kısmının tarafsızlığını kaybetmesi, bu sorunu daha da derinleştirmekte; kamuoyunun doğru bilgiye ulaşmasını güçleştirmektedir. Bilgi kirliliği, manipülasyon ve kutuplaştırıcı haber dili, halkın güven duygusunu sarsmakta; sağlıklı karar verme süreçlerini zayıflatmaktadır. Medyanın büyük kısmının, İktidar yanlısı veya muhalefet yanlısı olarak ikiye ayrılmış olması tüm bu süreci daha da korkunç bir hale getirmiştir.
Bu toplumsal sorunun çözümü, yalnızca siyasetçilere değil, tüm toplumsal aktörlere sorumluluk yüklemektedir. Siyasal aktörlerin dili daha kapsayıcı ve uzlaştırıcı bir forma bürünmelidir. Eleştirinin yeri korunmalı, ancak bu eleştiriler hakaret değil çözüm odaklı olmalıdır. Her daim bir medeniyetin bugünkü varisleri olarak nezaket, hoşgörü ve ahlaki zeminde söylem ve eleştiriler ifade edilmelidir.
Medya kuruluşları, habercilik ilkelerine sadık kalarak tarafsız yayıncılığı yeniden inşa etmelidir. Farklı görüşlere eşit mesafede yaklaşan, eleştirel ama saygılı yayıncılık anlayışı teşvik edilmelidir. Öyle ki, medyanın büyük kısmının tarafsız kalamaması dolayısıyla milletimiz sosyal medyadan ve farklı kaynaklar aracılığı ile haber ve gündemi takip etmektedir. Medyaya olan güven yitirilmektedir.
Eğitim sistemi, yalnızca akademik başarıyı değil; hoşgörü, empati ve birlikte yaşama kültürünü de öncelemelidir. Farklılıklarla bir arada yaşamanın normalleşmesi, küçük yaşlardan itibaren sağlanmalıdır. Bilhassa, çocuklarımıza ahlaki bir duruşla kaybetmenin, başarmak için tüm yolları meşru görmekten ve kirli bir şekilde başarıya ulaşmaktan daha önemli olduğunu işlemeliyiz. Eğitim sistemimizi ahlaklı ve vicdanlı iyi insanlar yetiştirmek üzerine inşa etmeliyiz.
Dernekler, vakıflar ve gönüllü oluşumlar aracılığıyla toplumsal diyalog alanları çoğaltılmalı; ortak meselelerde iş birliğini geliştiren mekanizmalar teşvik edilmelidir. Sivil toplum kuruluşları siyasetin merdiven basamağı olarak kullanılmamalı, amacının dışında planlar uğruna hareket edilmemelidir.
Halkın politik tercihlerinde kutuplaştırıcı söylemlere değil, gerçek sorunlara ve çözüm önerilerine odaklanması desteklenmelidir. Bilinçli seçmen profili, sağlıklı bir demokrasinin temelidir. Tüm memleketi kucaklayıcı bir dil ve üslup benimsenmediği sürece hiçbir ideolojinin ve siyasi partinin uzun soluklu bir yolu mümkün değildir.
Türkiye’nin sahip olduğu toplumsal çeşitlilik, bir tehdit değil; doğru yönetildiğinde büyük bir zenginliktir. Bu çeşitliliği ayrışma değil, dayanışma temelinde ele alan bir siyaset anlayışı, yalnızca toplumsal huzuru değil, ekonomik ve demokratik gelişimi de beraberinde getirecektir.
Toplumu yoran mevcut siyasi iklimin sona ermesi ve yerine uzlaşma kültürünün hâkim olduğu bir atmosferin inşa edilmesi artık bir tercih değil, zorunluluktur. Aksi takdirde sürekli tekrar eden gerilim döngüsü, ülkenin potansiyelini boğmaya devam edecektir. Daha sakin, daha umutlu, daha bütünleşmiş bir Türkiye mümkündür. Yeter ki bu yönde ortak irade sergilenebilsin.
Merhum kıymetli devlet adamı ve Vali Recep Yazıcıoğlu’nun bu sözleri ile yazımı noktalıyorum:
"Bir ülkede fakirlik varsa zenginleşen var demektir. Üç kağıt ekonomisi. Biri döviz, biri borsa ve biri de faiz. Üçü de kağıttır buna da üç kağıt ekonomisi denir. Biz üretimi bıraktık, kağıtlarla al ver yaptık. Dibe vurmadan sil baştan olmaz. Herkes yaptığı işin hakkını vererek yapacak." İfadeleri içinde bulunduğumuz hal-i pür-melalimizi açıkça göstermektedir.